Serbest Çağrışım
- Anasayfa
- Serbest Çağrışım
“Çilekler kaçıyor!” diye bağırdı. Bilgisayarı çok yavaş açılıyordu. Aklından geçenleri boca edecek bir çarşaf yoktu.
Algısı normal değildi. Birçok gereksiz eşyanın uğultusu, kafasının içinde yankılanıyordu. Düşüneni uyutmayan saat tıkırtıları; buzdolabının yaşlı bir enstrümanı andıran gürültüsü; yalın kulakla, pür dikkat dinlenildiğinde bile zırvalayan televizyondan gelen, haddi hesabı olmayan boğuk karmaşa. Deliliğin doruk noktasındaydı. Zirveden aşağı kayması mümkün değilken, çıkacağı bir üst basamak da yoktu. Camın ardından, evlerin karanlığa gömülmüş pencereleri, ona bir canavar gibi baktılar. Biraz önce yediği berbat kıymalı böreğin donmuş yağını yutkundu.
Bilgisayar ekranı gözlerini yakarak parladı. Uzun parmakları, aydınlanana kadar ışığa yaklaştı, ve birden toprakla buluşan yıldırım gibi tuşlara kavuştu. Beyninden fışkıranlara, klavye yetişemiyordu. Elleri titriyordu yazarken. Kelimeler birbirinin içinde eriyor, harfler birbirine yanlış kaynıyordu. Gelip giden ataklarla sarsılıyordu. Şuuru, vaviyen anahtar gibiydi; algılarını her yerden, sırasız ve sınırsız açıp kapamak mümkündü.
Zihninin yarattığı ataklar onu yoruyor, fakat her atakta daha da mutlu bir deliye dönüşüyordu. Algı ve davranışlarını düzene sokan şapka kafasından uçup gitmişti. Buzdolabının yükselen iniltisi, anlayamadığı bir lisanda hikayenin geri kalanını fısıldıyordu. Aldırış etmez göründü. Yardımsız bir iki kelime daha yazmaya çabaladı. Aklı takılmıştı. Buzdolabını anlayamıyordu. Bunu çözebilecek bir yetenek kendisinde gelişmemişti. Yoksunluğuyla birlikte susadığını hatırladı. Sürahiye baktı, ona uzanacak iradeyi gösteremiyordu. Böreğin gazı, boğazından derinlere inerek midede sıkıştı, orada bir galaksi oluşturacak gibi durdu, geri geldi.
Geğirdi.
Suyu içebilse, zihni de şakır şakır yıkanmış olur ve uzaklaştığı iç dünyasına geri dönebilirdi. Uyuşan parmaklarını birbirine sürttü, ortaya çıkan belli belirsiz ısıyla kendine geldi. Bardak da oradaydı, sonsuza kaçar gibi yanı başında. Yazdıklarını tekrar okuduğunda, şimdi hissettiği tanımlanamaz fevkaladeliği yaşamayı diledi. Bu güvencesiz mutluluk ona yetti; tekrar uzanmaya çalıştı, başardı. Suyun bardağa dolarken çıkardığı sesleri, saatin tıkırtıları sarmalıyordu. Hasretli kavuşmanın serinliği derinlere sinerken, kıçının altında mors alfabesi gibi kesik kesik gıcırdayan tahtalar ona bir şey anlatmaya çalıştı, deşifre edemedi. Notasız tıkırdayan klavye dahil, onu yönlendiren her ritim, her titreşim, aslında çok daha büyük bir gümbürtüyü gizliyordu. Bir yudum daha içip, yanaklarını şişiren suyun yumukluğunun verdiği baloncuk hissini düşündü ve bu hisle havada asılı kaldı.
Üç nokta…
Kolay değil, uzun bir sessizlik.
Bu zamanı içine çekti, kendisine kulak verdi:
Akıl dediği burasıydı; ellerin ve dilin gölgesinin dolaştığı, rüzgarlı vadideki çilekler…
Fondaki sessizliğin içinden, acelesiz yüzeye çıkan anlamlar duydu. Son derece ritmik, insanı zinde tutan bir sürekliliği mutlak kılan; sonsuza gidiyormuş hissi uyandıran ve bu hissi uyandırdığı için huzur veren melodi, gittikçe belirginleşti. Kreşendo ile parlayan iç enerjisi karanlığı dağıtırken; karşı konulmaz kesinlikte seyreden kocaman bir yük treninin içinde, varlığının farkında oldu.
Raylar, güneş damlalarıyla yıkanmış tarlaların arasından geçip vadiye doğru süzülüyordu.
Ağzına bir çilek atıp, benliğini koruyan şapkasını düzeltti.
Şevket Suha Tezel
Devam edecek…